Tarihte uzun dönem sessizliğinin beslediği hırs ve kazanma arzusu, batıyı makyavelist temelde bir başarı hedefine yönlendirdi.Mezkur medeniyetin başarıyı elde etme kararlılığı, kendisini tarih içerisinde elde ettiği değerlere ihanet etmekten alıkoymadı.On yedinci yüzyılla birlikte  Batı felsefesini   seküler paradigmanın şekillendirmesi, insan ve  varlık anlayışlarında  alışılagelen tanımlamaların tersine bir uslub ve tarz’ı  hakim kıldı.İslam medeniyetinin son temsilcisi Osmanlı,  hayata ve eşyaya getirilen yeni tanımlamayı anlamakta zorlandı.Anlayamazdı, zira  kurduğu sistem  toplumu taşımakta olup, uygulamada meydana gelen yıpranmalar, getirilecek  bir takım yeniliklerle giderilebilirdi.Namık Kemal, SavaPaşa, Ahmet Cevdet, Sait Halim Paşa, Tunuslu Hayreddin gibi Osmanlı aydınlarının büyük bölümü sistemin işleyişinde meydana gelen aksamanın temel nedeninin hukuk’un (Şeriat) yeterince uygulanamamasına bağlıyor ve hukukun gereği gibi uygulanmaya başlandığı takdirde meselenin hallolocağa kanaatini taşıyordu.Bir kısım batıcı aydınlar ise  batının soyluluk sorunu ve  ezik karekter içinde kendi toplumunda yaşadığı açmazların sonucunda yaşadığı kavgayı, altı asır boyunca muktedir olan Müslüman toplum içine taşıyor ve rotayı batının dönüşümüne konu süreci Osmanlının da yaşaması gereği yönünde belirliyordu. Ünlü müsteşrik Ernest Renan’ın ‘islam terakkiye manidir’ Sözünü şiar edinen batıcı aydınlar, kendi medeniyetini oluşturan değerlere ihanet etme noktasında bir mahzur görmüyordu.Tarihin oluşumu içinde uzunca bir dönem teşkil eden süreçte, Batı medeniyetinde meydana gelen seküler yöndeki paradigma değişimi batıyı muktedir bir güç pozisyonuna taşırken, Osmanlının beka mücadelesinde denediği değişiklikler kendi merkezinden uzaklaşma yönünde cereyan etmiş ve I. Genel savaş sonucunda yokolma şeklinde sonuçlanmıştı.
Üç yüz yıldır süren sistem arayışımızda bizi bu arayışa sürükleyen sebeblerin, bulunmamız gereken merkezin, kendimizi tanımladığı/yacağa/mız paradigmanın ne olması gerektiği hakkında hala ciddi bir araştırma yapıp tartışmış  değiliz.Yapılan tahliller, önerilen çözüm biçimleri, öngörülen hedefler mantıki tutarlılığa  arzedilmeksizin, psikolojik eziklikler ve aşağılık kompleksleri  temelinde gerçekleşmektedir.Batıcılarımız (maalesef aydınlarımız diyemiyorum) batı medeniyetinin, içinde yaşarken sancılandığımız sorunları üreten merkezin  savundukları şey olduğunu,  hayata, varlığa, dine getirdiği tanımlamaların tükendiğini görmekte, milli değerleri ön plana çıkaran kesim ise karşı oldukları sistemin kültüründen bulaşan kirlerden (dünyevilikten) arınmakta zorlanmaktadırlar.Gerçekte kendimize ait yeri belirleyip kimliğimize sahip çıkamadığımız müddetçe bütün arayışlarımız güdük kalacaktır.Yakın tarihimize baktığımızda, medeniyetimizin yenilgisinde  başat aktör,  kendi içinde kaybettiği dinamizm olmakla beraber çareyi kendi dışında doku uyuşmazlığı olan sistemlerde aramış olması ilk göze çarpan nedenler olarak karşımıza çıkmaktadır.Batı tarafından Osmanlıya  dayatılan bütün çözüm önerileri sonuç itibariyle yıkımı getirmiştir.Tarihe tutunmaya yönelik düzenlenen  batı tandanslı bütün yenilikler  dış güçleri yönetimde söz sahibi kılarak iktidarın manipüle edilmesi ile sonuçlanmıştır.Bu bağlamda yakın tarihten geleceğimize ait çıkaracağamız sonuç; kendi  sorunlarımıza kendi tarzımızda bulacağamız çözümler olmalıdır.Çünkü ithal ettiğimiz çözümler başkalarının müdahale edeceği manevra alanları yaratmış, yaralarımızı sarmaktan ziyade kangren olma noktasına taşımıştır.
             Sistemlerin iyi veya kötülüğü, başarılı veya başarısız sonuçlar üretmesi, kullanılabilirliği ile ilişkilidir.Batı, kurduğu demokrasi karakterli medeniyet ile içinde bulunduğumuz çağ içerisinde muktedir bir pozisyonu yakalarken, batı dışında demokrasi ile yönetilmeye çalışılan  ülkeler sömürüye açık hale gelebilmiştir.Popüler kültür içerisinde tartışılıp hakir görülen krallık ve çarlığa dayalı sistemlerle yönetilen bir çok ülke de halkını tatmin edecek bir yaşam biçimini üretebilmiştir.Her milletin kendine has bir inancı, kültürü ve kendine has baskın karekteri vardır.Başarılı herhangi bir sistemin  heryerde aynı sonucu vermesini umut etmek  beyhude bir beklentidir.Nitekim yüz yıldır uyguladığımız parlamenter sistem kanaatimce, çok kültürlü bir yapıya sahip olan ülkemizde daha çok ayrışmayı ve kutuplaşmayı getirmiştir.Günümüzde hiçbir mesele ülkemizde mantık ilkeleri ile düşünüp tartışılarak sonuçlanmamakta, tercihler, liderler, medya ve menfaat gruplarının kanaatleri esas alınarak neticelenmektedir.Yani en çok bizi ilgilendiren sorunlar, küresel güçlerin farklı kanallarla müdahalesine açık şekilde çözüme gitmektedir.Millet olarak öne çıkan karekter, inanç ve kültürümüzün bizi topladığı  merkez net olmakla birlikte iki yüz yıldır dayatılarak uygulanan  politikalar iç içe yaşadığımız toplumdan ayrışıp, merkezden uzaklaşan  daha farklı grupları oluşturabilmiştir.Tarihte sayılı medeniyet kurabilmiş bir milletin çocukları kendilerine has bir sistemin nasıl olması gerektiği tartışmasını psikolojik zaaflardan kurtulup, derinlikli düşünce becerisi ile gerçekleştirmekten korkmamalıdır.Tarihi ile sürekli hesaplaşarak, geçmişi ile kavga edip kendi gerçeğini hakir gören kör-karanlık bakış açısını terk etmeli ve kendisiyle barışık, geçmişi ile yüzleşmekten çekinmeyen,  doğrularına sarılıp ilke haline getiren, yanlışlarını  yapılmaması gereken tecrübeler olarak algılayan bir bilincin sahibi olmalıdır.Bin yıl önceden özümüzde devlet nedir sorusunun cevabını vermeye çalışan Kutadgu Bilig de ‘devletin savunması için orduya, ordunun paraya, paranın da ancak adaletle yönetilip zenginleşen toplumdan elde edilebileceği’ vurgulanırken sistemin hangi temeller üzere oturması gerektiğinin de izahı yapılır.Tercih edilecek sistem arayışı isim ve popüler kültür etkisinden azade zeminlerde aranarak getirilen nitelikler ön plana çıkarılmalıdır.Gerileme dönemi ile birlikte kendi özgüvenimizi yitirmemiz sonucu her dönemde başvurduğumuz çözüm arayışları, ve denediğimiz yenilikler bize memnun olacak bir zemin sağlamamışsa, kurduğumuz idare modeli küresel güçlere karşı elimizi zayıflatmışsa, öngörülen uygulamalar yaşam içinde devlet ve toplum arasında engeller oluşturmuşsa bunları revize etmekten, yeni arayışları sürdürmekten niçin korkulsun? Eğer bir sistem, içinde yaşadığımız toplumu ait olduğu merkeze çekerek, adaletin gerçekleştiği, sahip olduğu değerlerin yaşam içinde dal budak saldığı   bir niteliğe sahip olma hedefi taşıyorsa bu sistemin iyi olduğundan, en azından denemeye değer olduğundan niçin kaygı duyulsun?