Allah Teâlâ insanoğluna dünyanın yönetimini vermiştir. Diğer mahlûkata teklif edilen ancak kabul edilmeyen sorumluluğun altına insanoğlu girmiştir. Bu durum, insanoğlunun hayatının başından sonuna kadar hal ve davranışlarının istikametini çizmiştir. Çünkü insanın dünyada yaratılan varlıkları idare etme görevinde bulunması onlarla iletişimini bir şekilde oluşturması gerekmektedir. Konuşma da insaolunun iletişim araçlarından birisidir.

Günlük konuşmalarımız içinde bilgiye dayalı olanlar olduğu gibi, tam olarak bilmediklerimizi de ifade edebilmekteyiz. Bu, bazen bir topluluğun içinde bazen ekranlarda bazen de ailemizde yaşanmaktadır. İnsanın bilgi dağarcığında bulunanlarda her ne varsa dilinden o dökülecektir. Ancak her bir sözün söylenmezden önce düşünülmesi, tartılması ve temellendirilmesi gerekmektedir. Aklımıza gelen her düşüncenin söylenmesi önümüze onarılması güç durumlar çıkarabilecektir.

İnsanlar bildiklerini söylerken bilmediklerini bulundukları ortamda bilmiyor demesinler diye biliyormuş gibi hareket edebilmektedirler. Söyledikleri sözlerin insanları hangi yöne sevk edeceğini düşünmeden kendini o an içinde bulunduğu ortamdan kurtarabilmenin gayretine düşmektedirler. Ancak bu durum birçok açıdan sakıncalar barındırmaktadır. Bizler insanları bilgilendirmek amaçlı verdiğimiz bilgilerle yanlış yönlendirdiğimizde belki de o insan o meseleyi başka birinden bir daha öğrenme fırsatı bulamayacak ve hayat boyu o şekilde yanlış yapmaya devam edecektir.

İnsanoğlunun her şeyi bilmesi diye bir durum söz konusu değildir. Böyle bir şeyi yapmaya çalışsak zaten gücümüz de yetmeyecektir. Bizi yaratan Rabbimiz “bilmiyorsanız bir bilene sorun”[1] buyururken herkesin her şeyi bilmeyebileceğini, ihtiyaç anında o işin uzmanına gidilmesi gerektiğini tavsiye etmektedir. Çünkü Kurân-ı Kerîm’de geçtiği üzere “her bilenin üzerinde bir bilen”[2] vardır. Kendi sığ bilgilerimizle her şeyi bildiğimizi iddia etmek bir gün bizi çıkmaz bir sokağa sürükleyebilecektir. Tabiin döneminin önemli âlimlerinden eş-Şâbî (v. 103/718)’nin “bilmiyorum demek ilmin yarısıdır”[3] şeklinde önemli bir sözü vardır. Anadolu’nun manevi mimarlarından Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretleri (v. 1038/1628) de oğluna söyle tavsiyede bulunmaktadır: “Ey Oğul! Bir mecliste bulunduğun zaman az konuş. Sana sorulmayan şeye cevap verme. Bir şey sorulursa cevabını bilmiyorsan bilmiyorum de. Bilmediğine bilmiyorum demek ilmin yarısıdır. Eğer cevabını biliyorsan, kısa cevap ver. Sözü uzatma. Bütün bu örneklerin üzerine Allah Rasûlü’ne Cebrail (a.s.)’ın oku dediğinde verdiği cevabı düşünmek gerekir. Peygamber (s.a.v.), oku hitabının karşısında okuma-yazma bilmediğinin farkında olarak “ben okuma bilmem”[4] demiştir. Diğerleriyle birlikte bu örnek, bilmediğimize bilmiyorum deme erdemliliğini göstermemiz gerektiğini bize öğretmektedir.

İnsan, bilmediği konularda sözü döndürmemelidir. Bugün özellikle ekranlarda, belli sayıda kişlerin bir araya geldiği ortamlarda ve ikili sohbetlerde bilmediğimiz konularda bilgimiz varmış gibi hareket etme faliyetleri içinde bulumaktayız. Bu durumda bizlerin üzerine düşen, dinlediğimiz konular karşısında kendi açımızdan da bir araştırma yapmamız, meseleleri doğru ve liyakatli kişilerden dinlememiz gerektiğidir.

İnsan bilmediği konuya bilmiyorum dediği zaman; yalan söylememiş, karşısındakilere karşı dürüst davranmış ve kendi bilgisinin de bir sınırı olduğunu ifade etmiş olacaktır. Aksi halde bilmediklerimizi söylemekle yalan söylenecek, yalan da insanın itibarsızlaşmasına vesile olacaktır. Bu noktada bilmediklerimizi bildiğimizde aslında biz kendimizi, bilgi sınırımızı ve çapımızı anlamış olacağız. Dolayısıyla bilmiyorum sözlerini fazla kullanmamak için hayat boyu ilmin kölesi cehaletin düşmanı olmalıyız

Yrd. Doç. Dr. Mustafa Öztoprak

Sinop Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi



[1]Nahl Suresi, 16/43.

[2] Yusuf Suresi, 72/16.

[3]Gazzâlî, İhyâuUlûmiddîn, I, 134; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 346.

[4]Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1.